4 Haziran 2015 Perşembe

Mezheplerin Doğuşu







Hicrî dördüncü asırdan önce müslümanlar, muayyen bir mezhebin bütün hükümlerine bağlanıp yalnız onu tatbîk ve taklîd etmezlerdi, toplu olarak böyle bir itiyatları yoktu.4 
Gerçi sahabe ve tabiûn devrinden sonra bir nevi tahric; yani bir müctehidin ictihad usûlünü benimseyip, onun istinbat ettiği hükümleri örnek alarak ictihad etme hareketi başlamıştı; fakat dördüncü asırdan önce yaşayanlar, tek mezhebe bağlanmak, yalnız onu öğrenip öğretmek ve sadece ona göre fetva vermek gibi davranışlardan uzak kalmışlardır. 
Şüphesiz bu devrede yaşayan insanların hepsi müctehid ve âlim değildi; onların da içlerinde avam ekseriyette idi. Buna rağmen sonraki devirlerde olduğu gibi Kitap ve sünnetle alâkalarını keserek taklide düşmemiş, şöyle bir yol takip etmeyi tercih eylemişlerdi: 
Avâm: Müslümanlar arasında ihtilafa mevzu teşkil etmemiş olan mesele ve işleri (icmâî mesâili) aileden veya memleketlerinde bulunan bilginlerden öğreniyor; abdest, namaz, gusül, oruç, zekât... gibi mesâilde doğrudan doğruya şâri'e (Allah ve Resûlüne) ittibâ etmiş oluyorlardı. Hükmünü bilemedikleri bir mesele ve problem ile karşılaştıkları zaman da bunu, mezhep gözetmeden rasgele bir müftiye soruyor, aldıkları cevabı tatbik ediyorlardı. Bu cevaplar ekseriyetle Kitap ve sünnet delili ile beraber verilirdi. Bu sayede avâm da zamanla, şahsen alâkalı bulunduğu birçok mesâilin delilini; yani bunlarla alâkalı âyet ve hadisleri öğrenmiş oluyordu. 
Âlimlere gelince: Bunlardan hadisçiler, problemlerini çözmek için başka bir şeye muhtaç olmayacak sayıda hadis veya sahabe âsârı (söz veya tatbikatı) yahut da sahabe ve tabîûnun ittifak ettikleri rey buluyor, buna uyuyorlardı. Tatminkâr bir rivayet bulamadıkları zaman da kendilerinden önceki âlimlerin reylerine müracaat ediyor, bu mevzuda Kûfeli, Medineli... diye bir ayırım yapmıyorlardı. 
Fıkıh ile meşgul olanlar (üçüncü asırdaki müctehid fi'l-mezheb ve ehl-i tahrîc fukaha) ise geçmiş imamların sözleri arasında sarih hükmünü bulamadıkları meseleleri aynı usûle göre hükme bağlıyor; mezhep içinde ictihad ediyorlardı.5 
Bu devrede müctehid olmayana fakih denmezdi ve bütün müftîler ile kadılar müctehid idi. 
Resûlullah (s.a.)'in "nesillerin en hayırlısı" olarak tavsif ettiği ilk üç nesilde,6 bugünki mânada imam, mezhep ve mukallid olmadığını, mükelleflerin, bilemediklerini herhangi bir müctehidden sormaları ve tek müctehide bağlanmamalarının tabiî ve meşrû kabul edildiğini yukarda tesbit etmiş bulunuyoruz. Resûl-i Ekrem (s.a.) müminlerin sapmamasını mezheplere değil, kitap ve sünnete uymalarına bağlamıştır.7 Din âlimlerinin çalışmaları, eserleri, onlara izafeten tesis edilen mezhepler, halkın kitap ve sünnet hükümlerini öğrenme ve buna uymalarına ancak vâsıta olabilirler ve mezkûr faaliyetlerin meşrûiyetleri buna bağlıdır. Binaenaleyh bir âlim bunlara muhtaç olmaksızın doğrudan doğruya Kur'an-ı Kerim, sünnet ve sahabe tatbikatiyle temas kurabiliyor, bu kaynaklarda aradığı bilgileri buluyor ve bunlara uyuyorsa, bu ümmetin hayırlısı olan ilk üç neslin yoluna düşmüş, istikameti bulmuştur; böylesine "mezhepsiz" denemez ve bu davranış kınanamaz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder